İnsan olmadığı biri gibi görünmek için ne kadar uğraşabilir? Nereye kadar içinin yangınlarını saklayabilir? Kimden, neden kaçtığını bilmeden ne kadar yol alabilir? Ne zaman duracağını bilmiyorken, birinin elinde penseyle fren borusunu mu kesmesi gerekir?.. Nedir çaresizliği, zaten onun içinde mahkum olana bırakıp kaçmak? Nedendir acı olsa da, gerçekleri bildiğin halde susmak?.. "Ben artık seni sevmiyorum!" demekten daha mı zordu, dinlediklerini haykırmak?..
30. Bölüm
Savaş cephesini izlerken o kadar darlanıyorum ki, bu sorularla bir sayfayı rahatlıkla doldururum. Bu kadar tutarsız, bencil, empatiden yoksun bir karakter olamaz gerçekten. Ne sevgisi belli, ne nefreti. Ne aşkı, ne de geçmişte kalmış eski defterleri... Tamam, o kaseti dinledikten sonra bir şekilde içine kapanması çok normal. Haluk'un itiraf ettiği şey altından kalkılır, yenilir yutulur gibi değil. Ama bu demek değil ki, Nazlı'dan da köşe bucak kaçmak gerekir... "Yüzüne bundan sonra nasıl bakacağım?" diye dertleneceğine, "Bu sır ortaya çıktığında dimdik yanında duracağım" demesi gerekmez miydi?. Hadi gerçeği söyleyemiyor, en azından bunu yapamaz mıydı?.. Kaçmak, karşındakini en çaresiz olduğu anda o çaresizliğe mahkum etmek kabul edilebilir bir şey değil. Tam da bundan sebep, Savaş'la Nazlı arasındaki aşkın derin dondurucuda uzunca süre beklemesi gerektiği düşüncesindeyim.
Bir lafım da sevgili senaristlerimize. Melisa meselesi gerçekten çok ama çok ama çok uzamadı mı? Savaş ve Nazlı arasında her sorun peydah olduğunda, onun kenardan köşeden çıkmasının önüne geçemiyor musunuz? Karakter sanki senaryoyu trollemiş gibi tekrar, tekrar, tekrar hikâyenin başa sarmasına sebep oluyor. Bu defterin haftalar, hatta aylar önce kapanması gerekirken halen gözümüze gözümüze sokulması kabul edilebilir değil. Ne zamana kadar SavNaz birbirinden kopartılıp Savaş Melisa'nın önüne atılmaya devam edilecek gerçekten çok merak ediyorum. Aşık olan bir adamın yapmaması gereken on faul hareketten en az beşini her hafta Savaş'tan izlemekten gerçekten çok sıkıldım. Karakteri ya hale yola getirin ya da Melisa ile eşek cennetine; yok yok neyse kıyamadım yine de... ^.^
Benim başlarda Nazlı'yı pek sevmediğimi düzenli okuyucularım bilirler. Karaktere ısınamamaktan değil, özellikle Güneş'in yaşadığı her olumsuz şeyin başının altından onun çıkması sebebiyle öyleydim. Şımarık aksanı, erkeksi tavırları ve "Babam da babam" nidalarıyla Savaş'la hiç de uyuşmadıklarını düşünmekteydim. Amma velakin, artık tam tersi bir süreç söz konusu. Nazlı tam olması gerektiği gibi. Düşünceli, ılımlı, sorun çözen bir karaktere evrildi. Ancak şimdilerde, ilk zamanlarda yaptıklarının bedelini ödüyor gibi... Bu da senaristlerimizin kaleminin ona acı sürprizi. Bakalım ne zamana kadar Savaş'ı beklemeye devam edecek ya da Yiğit'in iyi bir sevgili adayı olduğunu fark edebilecek mi göreceğiz...
Ali'yle Selin'e geldiğimizde, ilk bakışta her şey süt liman görünmekte. Ama onların da derinine dahi inmeden, aşklarını tam anlamıyla yaşamalarının önünde büyük sorunlar olduğu görülüyor. Dizideki sırlara vakıf olan genç çiftimiz hep onlar oluyor mesela. Sırtlarında hep bir yükle dolaşıyorlar. Birbirlerinden saklamamaları, ilk fırsatta dökülmeleri ise Savaş ve Nazlı'dan farklı olarak aralarındaki bağın güçlenmesine fayda sağlıyor... Yani dışarıdan bakıldığında her şey güllük gülistanlık gibi dursa da, içi seni dışı beni yakar durumu söz konusu onlarda da.
Ama diyorum ya iyi tarafı, en azından birbirlerine karşı kayıtsız değiller. En ufak sorunda birbirlerinden kaçmakla uğraşmıyorlar. Sırlarını birbirlerine anlatmaktan da asla çekinmiyorlar. Anlatamayacaklarını düşündüklerinde de, sırtına çanta takıp kopmuyorlar. Aşkın en güzel yanı da bu değil midir? Birlikte savaşmak. Birlikte mücadele vermek. Ne olursa olsun, birlikte kalmaya çalışmak...
Bakalım Selin öğrendiği gerçeğin peşinden nereye kadar gidecek. En sonunda çıkıp da annesinin karşısına bu konuyu açar mı bilemiyorum ama bu herkesi gerçeğe bir adım daha yaklaştırmaktan başka bir duyurma hali de değil. En sonunda ne olur muâllak...
Peki her şey olacağına mı varır?.. Pek sanmıyorum... Haluk'un Zafer'in yok yere ölümüne seyirci olması, bu kararsızlıktaki en önemli etken. Tamam, kendi ya da Güneş'in başının derde girmesini istemiyor. Lâkin, ölüme böyle de seyirci kalmamalıydı. Zafer de ölümü bu kadar kolay kabullenmemeliydi. "Beni hastaneye götür müyorsun ha?. Peki, anne anne anneciğim elimi tut" Hoop öbür tarafa. Nerede o hin adam?.. Nerede bunca zaman Haluk'la hiçbir şey ortaya çıkmadan onca dolap çevirmiş Zafer?. 'Ölümden kaçış yok, nasılsa bir gün öleceğiz' diye mi düşünüp bu kadar saldı kendisini, bak o da muallak...
Ben Güneş'in çaresizliğini daha çok izlemek isterdim. Yazdığı mektup ortaya çıkar mı bilemiyorum ama biraz olsun dökülmesini beklerdim. Ve en çok ne isterdim biliyor musunuz?. Haluk'a, "Neden Zafer'i yoldan geçen arabanın önüne attın!?" diye sormasını. Sonuçta o değil başkası da olabilirdi o an orada. Ve hiçbir şey bilmeden, Zafer'in ortadan kayboluşunu izlerdi daha sonrasında. Bunun mantık zincirini yaşadığı şok dalgasının kaçıncı boyutunda birleştirir bilemiyorum ama şimdi yeniden anne olacakken her şeye sünger çekmeye meyledeceği açık...
Sonuç olarak, bölüm genel olarak durağandı. Özellikle de hep aynı noktaya gelinmesi sebebiyle. Bakalım, zaman ne gösterecek bizlere...
Beklenen Kral
👍 eline saglik; cok yerinde yorumlar var burada
YanıtlaSilÇok teşekkürler Görkem, senin de beğenine sağlık. :)
Sil