İnsan olmayacak bir aşkın içerisine pek âlâ düşebilir. O aşk için yemeden, içmeden kesilebilir. Gözü başka hiçbir şey görmeyebilir. Nefes alamadığı zamanlar olabilir. Adım attığı her an yerin içerisine gömülüyormuş gibi bile hissedebilir. Aşk, böyle bir şeydir. Tam bir tarifi yoktur ama çilesi çoktur. Tabi bu zararsız aşktır. Kendinden başkasının acı çekmediği bir aşk. Bir zaman sonra ister istemez geçip, gidecek bir aşk. Gitmese bile, yerini bir başkasının mutlaka dolduracağı bir aşk... Bir de zararlı aşk var, biliyorsunuz. Hissettiklerinin aynısını, aşık olduğu kişinin de hissetmesini bekleyenler. Ona bunu reva görenler. Elde etmek için o aşkı, yapmayacağı çirkinlik kalmayanlar. Herkesi ve her şeyi, ezip geçenler. Hem de istenmediği defalarca dillendirildiği halde... Ne kadar aşağılık bir hâl değil mi? Utanır insan böyle olmaktan, böyle anılmaktan, böyle yaşamaktan. Ama bazıları var ki gurursuzluğu alnında kabak gibi yazdığı halde, bundan asla gocunmayan...
22. Bölüm
Yıldız'la ilgili her hafta bir şeyler yazıyor olmak gerçekten çok sıkıcı. Bana kalsa, onun hakkında tek bir cümle dahi kurmam. Adını dahi anmam, hatta. Dolaylı olarak bile bahsetmem varlığından. Zira, bencil insanları sevmiyorum ben. Dizilerdeki bencil karakterleri de sevmiyorum. Dünyanın sadece kendisi için döndüğünü sanan, diğer kimsenin düşüncesi ya da görüşünü önemsemeyen karakterleri... Yıldız ne yazık ki böyle birisi. Söz konusu kendi mutluluğu olduğunda, geri kalan herkesin bir mutsuzluk buhranına gömülmesi zerre umurunda değil. Kendisini sevmeyen adama, sırf hayatı ve imkanları değişecek diye kendini yamamaya çalışacak kadar da, düşük profilli. İnsanın hiçbir şeyi olmasa, gururu olur; kendisinde o da yok ne yazık ki. Kör dövüş yapar gibi, gözlerini sol eliyle kapatmış nereye gittiğini bilmeden, kime zarar verdiğini düşünmeden, ne olacağını kestirse bile umursamadan; sağ eliyle dövüşmeye çalışıyor. Attığı her yumruk, sadece havada kaldığı ilk an bir tehlike arz ediyor. Zira karşısındakinin o yumruğu görüp, karşı bir hamle yapması uzun sürmüyor. Kim gerçeklerden kaçmak için gözlerini kapar da, dövüşür ki karşısındakiyle? Şöyle sorayım ya da "Kim istenmediğini bile bile, bir adamla zorla evlenmeye çalışır?" Kim kendini küçük düşürme pahasına böyle bir adım atar? Elbette ancak Yıldız gibi birisi. Ve kızarması, rezil olması da uzun sürmez. Çünkü karşısında, aşkından hiçbir şart altında vazgeçmeyecek adam gibi bir adam vardır...
Leon ilk bölümleri saymazsak şimdiye kadar beni bir tek Hilal'e, "İsyancı bir Türk kızıyla birlikte olmam kabil değil" dediğinde hayâl kırıklığına uğrattı. Onda da daha cümle ağzından çıkar çıkmaz pişman olarak, düzeltmek için elinden geleni yaptı. Bu bölümde de, hem gerçek bir aşık olduğunu hem de annesiyle babasını karşısına alacak kadar sadık olduğunu kanıtladı. Sırf babasıyla annesini üzmemek ya da o kalabalık içerisinde gerilim yaşanmasın diye Yıldız'la nişanlanmayı kabul edebilirdi. Her şeyden önce bir asker neticede ve babası da aynı zamanda en yüksek rütbedeki komutanı. Yani sadece babasına karşı gelmedi, bu evliliğin iki millet arasındaki ilişkilerin gelişmesi için fırsat olduğunu düşünen komutanına da karşı geldi. Ve bir asker olarak, emir dışına çıktı. Gerçek cesaret budur işte. Aşkına sahip çıkmak budur. Kimse için, aşkından, kalbinden ve sevdiği insandan vazgeçmemek budur... Onu en çok etkileyen şeylerin başında, pansuman için hastaneye gittiğinde Hilal'in, "Ben sizi vurdum teğmen, siz de beni vurdunuz. Ödeştik artık aramızda hesap falan kalmadı." sözü geldi bana sorarsanız. Ona bu düşüncesinin yanlış olduğunu ancak böyle gösterebilirdi. Hilal ile kavuşmasındaki tüm engeller sona ermiş değil. Hatta hiçbir mesafe de katedilmiş değil. Ancak, en azından şimdilik HiLeon'u kurtardık. Ona da şükür artık...
Hilal'in bu tür zamanlarda kendini geri çekmelerini pek anlayamıyorum aslında. O zırhı anında kuşanmalarından da hoşnut değilim hiç. Ancak bir yerden sonra o eşiği geçmesi gerektiğine inanıyorum. Yıldız ikisinin birbirini sevdiğini bile bile, Leon'a evlenme yoluna girdi. Hilal'i elinin tersiyle iterek, yok sayarak. Bu bölüm resmen ona, kendince haddini de bildirdi; "Ben bu evden gideceğim. Bu odada yalnız kalacaksın. Bense, yeni bir hayata yol alacağım..." sözleriyle. Yani istersen sevginden öl, Leon benim olacak. Sense burada aşkından kuruyup kalacaksın... Ama neymiş, o işler öyle olmuyormuş. Geç de gelse adalet, bir şekilde yerini buluyormuş. O küçücük odada, kendisini çok seven ve en çok da bu yüzden ağzını açıp tek kelam etmeyen kardeşine had bildirdiğini sanan Yıldız'a, Leon koca bir konak dolusu insanın içerisinde olabilecek en sert şekilde haddini bildirdi. Aşkının intikamını da, bilmeden almış oldu. Artık Hilal de susmamalı yani. Evet, ona olan aşkını savunmasını ve arkasında durmasını beklemiyorum hemen. Ama Yıldız'ın bir süre rahat durmayacağını düşünürsek, gerekirse ima etse dahi ağzına lafı tıkmalı. "Tek başına sevmek yeterli değil, hem seven hem de sevilen olmak önemli" dese bile, yeter de artar...
Mâlum, genel hatlarıyla bir kurtuluş mücadelesi izliyoruz. İlk bölümlerde bu noktada ciddi bir senaryo yükü vardı. Daha çok işlenir, daha çok yer tutardı hikâyede. Ancak son bölümlerde dizi öylesine bir pembe dizi halini aldı ki, aşktan başka bir şey konuşamaz olduk... Cevdet, sırf vatanı için vatan haini bilinmeyi kabul etmiş bir vatansever. Sadece vatan haini bilinmesiyle yetinilmedi tabi sonradan. Daha ailesinin olduğu vatan toprağına adım attığı gün az kalsın oğlunu kendi elleriyle öldürecekti. Son anda Azize yetişmese, Ali Kemal yitip gidecekti. Daha sonra az kalsın Hilal'i dar ağacında sallandıracaklardı ve o sırf vatanı için ses etmeden izleyecekti olanı biteni. O da son anda Eşref paşanın kurduğu, Leon'un da neredeyse bile isteye dahil olduğu bir plânla çökertildi. Tam ilk defa vatanı için değil, kendisi için bir şey yapacak, ailesine hakkındaki gerçeği anlatacaktı; Mustafa Kemal ona görevinde kalmasının uygun olacağını söyledi ve yine sırf vatanı için, deliler gibi sevdiği Azize'yi üç defa "Boşol" diyerek boşadı. Gözünden akan yaşın haddi hesabı yoktu ama gören olmadı... Peki şimdi gerçekten, Azize ile Tevfik'i evlendirmek bu karaktere çok büyük bir haksızlık olmadı mı sorarım size? Daha ne kadar üzerine gideceksiniz? Ne kadar yıpratacaksınız? Tak diye kalbine insin diye mi tüm uğraşınız, nedir?..
Eşref paşanın bıraktığı pusulanın Tevfik'in adamı tarafından tereyağından kıl çeker gibi değiştirilmesinin saçmalığına değinmeyeceğim yeniden. Ama Azize'nin, Cevdet hastaneye geldiğinde halinden, tavrından, söylemlerinden, dudaklarına kondurduğu öpücükten bir şeyler anlamasının gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak zorundayım. Bu adamla bir yıldır evli değildi neticede. Onun gözünü kırpışından, dudağını büzüşüne, elini nasıl kullandığından, mimiklerinin ne anlattığına kadar her bir noktasını milim milim ezberlemiş olması şarttı. O hastane sahnesinde, her şeyi anlamalıydı!.. Sonradan gidip de, "Bekle dersen beklerim" demek yetmiyor. Çünkü o tren çoktan kaçtı. Tevfik'le evlendikten sonra, "Ben sana geldim, bekle dersen beklerim dedim" demekle de haklı olunmuyor onu da belirtmek isterim.
Ortada gerçek pusula yok, -Cevdet için- kimde olduğu belli değil. İşler sarpa sarmış ve Azize'nin ağzında yeniden bakla ıslanmıyor. Cevdet'le hastanedeki sahnesinden sonra dahi gitti Tevfik'e yetiştirdi hemen, adamın o halini. O da bu sayede Eşref paşanın pusulada yazdıklarının doğruluğundan emin oldu. Kim böylesi bir kadına, "Bekle beni" der ki? Hem de şimdiye değin vatanı için onca garabete göğüs germişken? Azize her şeyi Cevdet'ten bekliyor. Sevdiği adamın gülüşünden dahi niyetini anlayamayan bir kadın, ondan kendini anlamasını istiyor. Ne yazık ki bazen sevmek de, aşık olmak da gerçekten tek başına yeterli gelmiyor...
Beklenen Kral
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder