Beklenen Kral

6 Şubat 2017 Pazartesi

Ekrandan Haberler - 30 Ocak-5 Şubat 2017


Haber Başlıkları
- Umuda Kelepçe Vurulmaz (Final)
- Seviyor Sevmiyor (Final)
- Ölene Kadar (Senarist değişikliği)
- İçimdeki Fırtına (Rötarlı başlıyor)
- Evlat Kokusu (İlk tanıtım)
- Çoban Yıldızı (Çekimler başladı)
- Doctor's (Yeni bir uyarlama)
- TİMS&B Tolga Sarıtaş'la ilk ortak projesine imza atmaya hazırlanıyor!

Bir dramın, kurgu ile şekillenmesi; Neden hep ben...

"Sevgili dostum Valandil'in, yıllar önce aldığı senaryo eğitimi sırasında verilen bir üçüncü sayfa haberini nasıl kurgulaştırdığını görünce paylaşmadan edemedim bu yazıyı. Giriş ve gelişme kurgu, sonu ise ne yazık ki yaşanmış bir olayın ta kendisidir. Elbette isimler de değiştirilmiştir. Sıkılmadan okuyacağınızdan ve sonunda çokça etkileneceğinizden eminim..."


Melek 1985 yılında ataerkil bir ailenin ilk çocuğu olarak hayata gözlerini açtı. Ailesi Eskişehir’in gecekondu mahallelerinden birinde ikamet ediyordu. Annesi ev hanımı babası ise manavdı. Özellikle babasının çok istemesine rağmen daha sonra ailenin başka çocuğu olmadı. Bu sebeple babası Melek’i hep sahip olmak istediği erkek çocuğu gibi yetiştirmeye başladı.

Melek 11 yaşına geldiğinde; mahallenin erkek çocuklarıyla top oynayan, kavgalara karışan, kolu bacağı yara bere içinde haşarı bir çocuğa dönüşmüştü. Dışardan görenler ilk bakışta onun bir kız çocuğu olduğunu anlayamazdı.

Melek 14 yaşına geldiğinde şiir yazmaya merak sarmıştı, ama yazdıkları o güne kadar ki yaşam tarzıyla örtüşmüyordu. Şiirleri, kendisinin aksine çok daha naif ve çok daha estetik tatlar taşıyordu; aşk gibi, sevgi gibi. Kısa bir süre sonra şiirlerinden birkaç tanesini gören babası, Melek’in şiir yazmasını bu yüzden yasaklamıştı. Hatta daha önce de zaman zaman yaptığı gibi şiddete başvurmuştu. Lâkin, Melek gizli gizli şiir yazmaya devam ediyordu. Zira, Melek genç bir kız olduğunu ilk kez bu sayede anlamaya başlamıştı, kendine engel olamıyordu. Ve bunun sonucunda da Melek’in karakterinde yeni kırılmalar yaşanmaya başladı. Bu kırılmalar zamanla onun giyim kuşamına, oturmasına kalkmasına ve tavırlarına da etki eder hale geldi.

Melek 16 yaşındaki bir lise 2 öğrencisiyken, arkadaşlarından biri sayesinde 22 yaşındaki Ulaş ile tanıştı. Aylardan Nisan’dı. O sırada Ulaş Üniversite 3. Sınıfta İktisat eğitimine devam ediyordu. Ulaş’ın ailesi ise Ankara’da oturuyordu. Ulaş, Üniversite eğitimi için Eskişehir’e taşınmış ve arkadaşlarıyla bir ev tutmuştu. Melek son birkaç yıldır değişmeye başlasa da hâlâ o hırçın kızdan esintiler taşıyordu, haliyle Ulaş ile bir birliktelikleri kimsenin umduğu bir şey değildi. Aralarındaki yaş ve tarz farkına rağmen sadece bir iki hafta sonra Melek ve Ulaş sevgili oldular. Hatta kimsenin ummadığı kadar da uyumlu ve mutlu bir çifte dönüştüler.

Yaz tatili aralarına girene kadar da neredeyse hiçbir fırsatı kaçırmadan aylarca buluşmaya devam ettiler. Ancak bu buluşmalar tabii ki olabildiğince gizli kapaklı yerlerde gerçekleşiyordu. Çünkü Melek babasının bir sevgilisi olduğunu öğrenirse neler yapabileceğini biliyordu.

Ertesi sene buluşmalar artık çoğunlukla Ulaş’ın evinde gerçekleşmeye başladı. İki genç aşık geleceğe dair umutla ve hayallerle günlerini geçirdi. Sene sonunda Ulaş üniversiteden Melek de liseden mezun olacaktı. Ama Ulaş Ankara’ya dönmek zorundaydı. Melek biliyordu ki babası onu asla üniversiteye yollamazdı, onların ailesinde bir kızın liseyi bitirmesi dahi yeterince fazlaydı çünkü. Bu yüzden üniversite bahanesiyle Ankara’ya gitmesinin imkânı yoktu. Haliyle Ulaş’la ortak bir karar aldılar. Ulaş’ın Ankara’ya döndüğünde iş bulup düzenini kurması için zamana ihtiyacı vardı. Kendini biraz sağlama aldıktan ve para biriktirdikten sonra Ulaş ailesine Melek’ten bahsedecek ve onu istemeye gelecekler, ardından da ilk fırsatta da evleneceklerdi. Melek de bu sırada üniversite sınavlarına hazırlanacak ve hep hayal ettiği Edebiyat bölümüne Ankara’da gidebilecekti. Sonuçta Melek eğitimine Ulaş ile evliyken de devam edebilirdi. İhtiyaçları olan tek şey 1 belki de 1,5 seneydi..

Mezuniyetlerine birkaç ay kala Melek ve Ulaş ilk kez birlikte oldu. Ve Ulaş Eskişehir’den ayrılana kadar da bu birliktelikler devam etti. İki genç aşık, artık tamamen birbirlerine bağlanmış haldeydi, ayrı kalmaya bir saniye bile tahammüllerinin olmadığı günlerdi. Sonunda kendi aralarında gizlice yüzük dahi taktılar, ama Melek eve dönerken yüzüğünü saklıyordu.

Ayrılık günü geldiğinde Melek, Ulaş’ı Porsuk Çayının üstündeki köprüde yolculadı. Onu son kez orada öptü ve Ulaş kendisini otobüse götürecek araca bindi.

Melek ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde eve geldiğinde, sinirden yüzü kıpkırmızı olmuş babasıyla karşılaştı. Daha ne olduğunu bile anlamadan okkalı bir tokat yedi. Akrabalardan biri kulaktan kulağa dolaşan dedikoduları; yani Melek ve Ulaş’ın bir eve girip çıktığı haberini babasına vermişti. Babası Melek’i öldüresiye dövdü, ardından 1 gün boyunca odasına kapattı. Ertesi gün Melek odasından çıkarıldığında, salonda o güne kadar hiç tanımadığı 36 yaşındaki Metin Özer’i gördü. Oracıkta parmağına bir yüzük takıldı ve yıldırım nikâhıyla evlendirileceğini öğrendi.

Metin Özer, manavlık yapan babasının pazardan tanıdığı bir ahbabıydı. Metin, daha önceden de başından bir evlilik geçmiş, bir iki de sabıkası olan ancak Melek’le evlenmek istediğini daha önce de babasına belirtmiş biriydi. Melek o gece babasına asla Metin’le evlenmeyeceğini haykırdı ama babası eğer evlenmezse Melek’i sürükleyerek muayeneye götüreceğini söyledi. Namusunu ya evlenerek temizleyeceğini ya da -eğer namusunu kirlettiyse- hem Melek’i hem de o herifi geberteceğini belirtti. Melek yalvaran gözlerle annesine baktıysa da oradan da beklediği desteği göremedi. Bir hafta geçmeden de Metin Özer’le evlendi.

Bu süre zarfında ise Ulaş önce telefonunun bozulduğunu söylediği için Melek’e ulaşamadı, daha sonra yeni numara aldığını öğrendi. Zamanla eskiden olmadığını kadar Melek’in –müsait- olamadığını fark etti. Bu ulaşamama durumu birkaç ay sonra Ulaş’ın canına tak etti ve soluğu Eskişehir’de aldı.

Ulaş ısrarla aramasına rağmen Melek telefonlarını açmayınca, mahallesine kadar gitti. Orada Melek’in evlendiğini öğrendi. Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. İhanete uğradığını düşünen Ulaş, Melek’e ulaştığında ona çok ağır konuştu. Hakaretler yağdırdı, etrafı yıktı döktü ama Melek ağlamaya başlayıp gerçekleri birer birer anlatınca bir duruldu, ikilemde kalmıştı. Ancak, Melek’in her ne olursa olsun en başından beri her şeyi kendisine anlatmaması yüzünden onu suçladı. Ardından kafasını toplamak istediğini söyleyip tekrar Ankara’ya döndü.

Geçen 2 ayın ardından Ulaş, kendiyle olan kavgasına bir son verdi. Zaten ilk günden bile pişman olmuştu Melek’i öylece bırakıp gittiği için. Ve gözünü karartıp Melek’i kaçırmak için tekrar Eskişehir’e geldi, fakat her şey için çok ama çok geçti. Melek 3 aylık hamileydi. Bütün ümitlerini tamamen yitirmiş olan Melek o gün Ulaş’ı karşısında gördüğünde bir kez daha yıkıldı. Çünkü artık çocuğu aldıramazlardı. Ulaş bu kadarının fazla olduğunu ve başkasının çocuğunu kabul edemeyeceğini söyledi ve yine onu terk etti.

Melek zati neredeyse hiçbir akrabasıyla görüşmüyordu. Çünkü Ulaş ile olan ilişkilerini babasına yetiştiren akrabalarından nefret ediyordu. Üstüne kızı Ayşan’ı doğurduktan sadece 3 ay sonra annesini de kaybedince iyice yalnız kaldı. Kocası Metin de Melek’e pek iyi davranmıyordu. Ayşan 1 yaşını henüz yeni doldurmuşken Metin karıştığı bir kavga yüzünden yine içeri girdi. Melek yapayalnız kalmıştı. Aslında almak bile istemediği ama almaya mecbur kaldığı babasından gelen üç kuruşla, küçücük bebeğini büyütmeye çalışıyordu.

Bir gece Melek ne yaparsa yapsın Ayşan’ı susturamadı. Saat gece yarısını geçmişti, bebek hasta gözükmüyordu, aç değildi, altı da temizdi ama sürekli ağlıyordu. Melek’in sinirleri o kadar yıpranmıştı ki sonunda o da ağlamaya başladı. Kucağında bebeğiyle ağlayıp etrafa bakarken aynadan yansıyan kendi halini gördü, yaşlanmış gibi hissediyordu. Aklına Ulaş’la kurduğu hayaller geldi. Sadece 2 senede bütün hayalleri tüm hayatı mahvolmuştu. Telefonu eline aldı ve Ulaş’ı aradı, numarasının hala aynı olup olmadığından bile emin değildi. Ulaş, Melek’in aradığını görünce şaşırdı, çünkü Eskişehir’deki son görüşmelerinin üstünden 1,5 seneden fazla geçmişti. Telefonda Melek ağladıkça Ulaş’ın içi acıdı, onun ne kadar zor bir durumda olduğunu daha iyi anladı, kendiyle bir kez daha yüzleşti. Birkaç saatlik bir görüşmenin ardından telefonu kapattılar. Konuşma boyunca Ulaş sadece birkaç kelime edebilmişti.

Ertesi gün Melek kapıyı açtığında karşısındaki Ulaş’ı gördü, parmağında yüzükle. Ama ne önemi vardı ki? Ulaş’ı biz kez daha görebilmişti sonuçta. İki eski arkadaş, iki eski sevgili 3 koca gün boyunca sadece sohbet ederek vakit geçirdiler, günah çıkarılar. Görüşmedikleri yıllar içinde Ulaş müfettiş olarak işe başlamış, aynı zamanda da evlenmişti. Sonunda Ulaş ister istemez Ankara’ya döndü, ama tekrardan kendini Eskişehir’de bulması için sadece 2 hafta geçmesi yetmişti. Zaten işi dolayısıyla sürekli seyahat ettiği için karısı şüphelenemezdi. Böylece Melek ve Ulaş’ın ilişkisi yeniden başladı. Bu şekilde tam 1.5 sene geçti. Yine eski mutlu günlere dönmüşlerdi.

Ayşan 3 yaşındayken, Metin 2 yıllık cezasını tamamlamış ve hapisten çıkmıştı. Metin’in geri dönmesi Melek için işkenceydi. Birkaç haftada bir Ulaş’la geçen saatlerin ardından Metin’le geçen günler cehennem azabını aratmıyordu, lâkin yine de dayanıyordu. Ta ki Ulaş’ın askerlik görevi gelene dek.

Ulaş askere gittikten hemen sonra Melek yine hamile olduğunu anladı. Çocuğun Metin’den olamayacağını düşünüyordu, çünkü önlem alıyordu onunlayken yine de kesin emin olmak için çocuğun doğumunu beklemesi gerekiyordu. Melek yine aynı kabusu yaşıyordu. İlk hamileliği Ulaş’ı ondan bir kez koparmıştı ve telefonla bu haberi Ulaş’a veremezdi, durumu ona anlatamazdı, tekrar aynı riske giremezdi. Bebeğini kucağına aldığında ise zaten Ulaş’ın da askerliği bitmiş olacaktı. Ulaş’ı, onun bebeğiyle karşılayacaktı, bu büyük sürpriz sayesinde de yeni hayatlarına başlayacaklardı.

Ulaş askerden 2 hafta izin aldığında Melek’in yanına gelmedi, çünkü böyle bir durumda karısına durumu açıklayamazdı. Ama Melek bunu anlayışla karşıladı.

4 ay sonra Melek doğum yaptı ve kızı Nisan’ı kucağına aldı. Kızını ilk gördüğü anda onun Ulaş’ın kızı olduğunu anlamıştı, Dna testine gerek yoktu, Nisan gözlerini babasından almıştı.

Nisan 2. Ayını doldurduğunda Ulaş da tezkeresini aldı. Ulaş ilk olarak yine Ankara’ya karısının ve ailesinin yanına gitmişti. Melek bir iki güne Ulaş’ın ona koşacağını umuyordu, ama Ulaş’ın gelişi sürekli erteleniyordu. Bu bekleyiş, bir ayı buldu ve bu sırada Melek kocası Metin ve ilk kızı Ayşan’a karşı gittikçe daha da tahammülsüzleşen bir ruh haline büründü. Artık sabrı kalmamıştı, Melek bir an önce Ulaş’ın gelmesini ve yeni hayatına başlamayı umuyordu.

Ulaş geldiğinde Melek onu Porsuk çayındaki aynı köprüye çağırdı. O köprüde bir kez Ulaş’ı yolculamış ve sonunda kaybetmişti, şimdi ise onu aynı yerde karşılayacak ve bir daha asla bırakmayacaktı. Melek kucağında kızı Nisan’la birlikte Ulaş’ı bekliyordu. Bir saat sonra telefonu çaldı, arayan Ulaş’tı. Yarı yoldan geri döndüğünü ve gelmeyeceğini söyledi, Melek daha ne olduğunu bile anlayamamıştı ki; “Karım 6 aylık hamile” dedi Melek’e, “Artık devam edemem.” Ve telefonu kapadı. Melek saatlerce öylece durdu, kaskatı kesilmişti. Daha sonra babasının evine gitti. Babasına Metin’den ayrılmak istediğini ve yardım etmesini söyledi, ama babası onu kocasının evine geri gönderdi. Zerre acıması yoktu.

Melek 3 ay boyunca Ulaş’ın onu aramasını bekledi, ama Ulaş bir daha onu aramadı. Bu süre zarfında kocasıyla ve Ayşan’la olan ilişkisi tamamen koptu. Kocası, onun bu duygusal kopuşuna aldırmamıştı bile. Melek’i hor görerek, aşağılayarak, korkutarak, döverek bastırıyordu.

Sonunda Melek internette Ulaş’ın yeni doğmuş bebeğiyle ve karısıyla koyduğu fotoğrafları gördü. Zaten uzun zamandır bu günü bekliyordu ve fotoğraflarda o gün çekilmişti. O an kararını verdi, artık biliyordu bir daha geri dönüş yoktu.

Ailesine, akrabalarına hitaben bir şiir ve Ulaş’a hitaben bir mektup yazdı. Hitap ettiklerini kurduğu cümlelerin arasındaki anlamlara gizledi.

Ertesi öğlen Melek, Ulaş’ı aradı ve ilk uçakla gelmesini yoksa karısına her şeyi anlatacağını söyledi.  “Seni, beni 3. kez terk edemeyeceğin yerde bekliyor olacağım..”

Melek birkaç saat boyunca şehirde gezdi ve ardından Porsuk çayının oradaki aynı köprüye gitti. Saat 19.30’a doğru Ulaş’ın köprünün diğer ucundan geldiğini gördü. 8-9 metre mesafe kala Ulaş’a durmasını söyledi, eğer Ulaş yaklaşırsa Melek kendine engel olamazdı, biliyordu. O sırada bebeği Nisan’ı bir yandan emzirirken, bir eliyle de sıkıca Ayşan’ı tutuyordu. Melek sadece tek bir soru sordu, “Neden?”, “Neden hep vazgeçtiğin ben oluyorum?” Ulaş bir an cevap veremedi, utandı duraksadı, ama sonra bebeği işaret etti; “Yine.. Ve yine bana söylemedin.” Melek, “Nisan” dedi, “Adı Nisan, senin kızın.” ve Ulaş daha yaşadığı şoku atlatamadan Nisan’ı köprüden aşağı attı. Her şey 1-2 saniye içinde olmuştu. Ayşan “Anne beni de atma!” diye çığlık çığlığa bağırırken Melek onu da çaya doğru attı ve Ulaş yetişene kadar kendi de korkuluklara çıktı. Ulaş, Melek’i tutmaya çalışsa da Melek yaklaşmamasını söyledi tekrardan ve “Beni bir daha terk etmene izin vermeyeceğim..” dedikten sonra kendini aşağı bıraktı. Ulaş peşlerinden atlasa da ne çocukları ne de Melek’i kurtarabildi. Hem polis hem Melek’in ailesine hem de kendi ailesine durumu açıklamak istemediği için de kıyıya çıktıktan sonra gözden kayboldu..

Valandil

5 Şubat 2017 Pazar

Adı Efsane: Savaşmak...


Hayatın her anında karşımıza verecek bir mücadele çıkabiliyor. Bazen hiç de istemediğimiz serüvenlerin içerisinde buluyoruz kendimizi ama elden bir şey gelmeyeceğini de biliyoruz. Azimle, yılmadan savaştığımızda ise o mücadeleyi en iyi şekilde verebileceğimizi biliyoruz. Savaşmak... O kadar kötü bir kelime ki, altından iyi bir şey çıkartmak gerçekten çok zor. Yüzyıllardır içerisinde olduğumuz kaos ortamını resmediyor. Huzursuzluğumuzu gözler önüne seriyor. Ama savaş, sadece kan akıtmak demek değil; azim göstermek, emek sarf etmekle de olabilir. Kan dökmeden de kazanabilmek mümkündür çünkü. Hem verdiğimiz mücadeleyi daha anlamlı kılar bu hem de kişiliğimizi. Tıpkı, Tarık'ın gösterdiği yol gibi. Azim ve kararlılık; hepsi bu. Gerisi yüreğinin işi...

2 Şubat 2017 Perşembe

Poyraz Karayel: İpin ucu...


İnsanı ayakta umudu tutar. Her konuda ve durumda yanındadır. Güvenmek istediğin yegane şeylerden biridir de ayrıca. Kendini sağlama alabildiğin nadir anları yaşatır sana. Huzuru bir an bile olsa yakıştırır yanına... Ya kaybedersen umudunu? O zaman yaşamın nasıl da çekilmez olduğu gelir hep aklına ve daima mutsuzluğa sarıldığını fark edersin. Kaybettiğin kadar kolay da kazanamazsın tekrar umudu. O yüzden her daim kıymetini bilmen gerekir. Peki bilebilir misin?.. Poyraz Karayel evreninde, her yanı umutsuzluk bulutları sarmış ama umudu elden bırakmayan karakterleri sayesinde izlemek keyifli zaten diziyi. Onların enerjileri, hayata bakış açıları bizi çeken. Şimdiden sonra da umutlu olabilirler mi, işte orasını bilemiyorum. Zira ipin ucunda önemli bir hayat durmakta...

1 Şubat 2017 Çarşamba

Hayat Şarkısı: Bir günde böyle olmadı ki...


Güven ne kadar önemli bir duygu. Güven duyulmak ne kadar da gerekli. İnsanın hem kendini ispat edebilmesi hem de kendine inandırabilmesi için. Söylediklerinin sorgulanmaması, altında çapanoğlu aranmaması için... Elbette başkalarının senin hakkında ne düşündüğünün pek de önemi olmamalı ama başkalarının işte, değer verdiklerinin değil. İster istemez takarsın, takılırsın. İster istemez üzülürsün, yara alırsın. O yüzden, güvenilir olmaya çalışmanın en doğrusu olduğunu bilirsin. Peki başarabilir misin?.. Hülya mesela, geçebildi mi şimdi güven sınavından? Kaçıncı yalan, kaçıncı olay, kaçıncı sorun bu... Bundan sonra belini gerçekten doğrultabilir mi? Eğer Düğme olmasaydı, şimdi hali nice olurdu?..